17 Aralık 2015 Perşembe

Auranızı Hissetme ve Deneyimleme


1- Kendinizi rahat hissdedecek şekilde oturun Önceden bir gevşeme alıştırması iyi gelecektir
2- Avuç içlerinizi 15-30 saniye güçlüce ovuşturun Bu onların duyarlılıklarını harekete geçirecek
3- Ellerinizi avuç içleri birbirini görecek şekilde 30cm kadar öne uzatın Elleriniz birbirinden 60cm uzakta olsun
4- Yavaşça ellerinizi birbirine yaklaştırın, birbirine dokunmadan en çok yaklaştırabileceğiniz kadar yaklaştırın
5- Yaklaşık 15cm kadar birbirinden uzaklaştırın Bunu yavaşça tekrarlayın
6- Bu alıştırmayı yaparken ne hissettiğiniz yada duyumladığınıza dikkat edin Bir basınç duygusu deneyimleyebilirsiniz Başka duygular da olabilir, uyuşma, kaşınma gibi, hatta elleriniz arasında büyüyen bir kalınlık hissedebilirsiniz Isı yada serinlik de hissedebilirsiniz Hatta nabız gibi atma duygusu bile deneyimleyebilirsiniz
7- Bir iki dakika çalışın ve duygularınıza ve duyumlarınıza dikkat edin Hayal kurup kurmdığınızla ilgili olarak endişe etmeyin Başklarının deneyimlerinden farklı olabilecğei konusunda endişe etmeyin,herşey mükemmel gidiyorUnutmayın ki, siz kendi özgün aura titreşimine sahipsiniz, bu nedenle farklı deneyimlerinizin olması doğaldır Sadece neyi deneyimlediğiniz önemlidir
8- Bu alıştırma,konsantrasyonu geliştirmeye de yardımcıdır Ayrıca,enerji alanınızın cildinizin üzerinde durmadığını da fark etmenizi sağlar İzlenimlerinizi bir deftere not edebilirsiniz, bu size yeteneğinizi geliştirdiğinizde geri dönüp kendinizi karşılaştırmaya yardımcı olabilir Bu size bedeninizin etrafındaki süptil enerjileri deneyimlemede ilerleme kaydettiğinizi gösterecektir
9- Yukarıdaki alıştırmayı bitirince, bir adım ötesine geçmek isteyeceksiniz Daha az kullandığınız kolunuzun üstündeki giysiyi sıyırın Daha çok kullandığınız elinizi, çıplak kolunuzun 30cm üstünde tutun
10- Yavaşça elinizi kolunuza yaklaştırın Hissedebileceğiniz herhangi birşeye dikkat edin Enerjinizi hissetmeden önce kolunuza ne kadar yaklaştınız?
Unutmayın ki, hissedeceğiniz basınçı sıcaklık, serinlik, kalınlık vb olabilir Daha çok ellerinizin arasında hissettiğiniz duyguya yakın olacaktır
O kadar güçlü olmayabilir ama hissetmeniz gerekir Hissedemezseniz,yavaşça tekrarlayın
Unutmayın ki, çevrenizdeki süptil enerjilerin şuurlu olarak farkında olma yeteneğinizi yeniden uyandırıyorsunuz
Kitap ismi:Aura
Yazar:Ted Andrew

Zihin Kontrolü İle DNA’mızı Değiştirmek


Düşünüyorum öyleyse varım” belki de batı felsefesinin en bilindik sözüdür. Bir illüzyonda yaşadığımıza inanan felsefeciler, kuantum mekaniğine meyillizihinseptikler-şüpheci kişiler haklı bile olsalar, bir kaç varoluşsal espiri, nükteli sözler derin ve yaklaşılabilir basitlikle bu düşünceye laf atmaktalar. Descartes’ın fikrine karşı gelinen isabetli nokta; “biz”in (bizim düşüncelerimiz, bizim kişiliklerimiz, bizim “zihnimiz”) çoğunlukla bedenden ayrı düşünülmesi.
Pek çok branşta bilgiye sahip olan bu Fransız adam ve diğer dualist felsefeciler, zihinin bizim dünya ile fiziksel etkileşimimiz üzerinde kontrolü ortaya koyamasına rağmen, beden ve zihin arasında net bir sınır olduğunu söylerler; bizim materyal formlarımız basitçe madde olmayan ruhlarımıza geçici olarak ev sahipliği yapmaktadır. Ancak, yüzyıllardır bilim, maddenin iflasına yönelik tartışır. Beden ve zihin ayrılmaz bir şekilde birbirine bağlı gözükmektedir ve Cancer adlı dergide yayılanan Kanadalı bir grup tarafından yapılan yeni bir çalışmadan ortaya çıkan tespitlere göre; mental durumumuzun bizim üzerimizde özellikle de DNA’mız üzerinde fiziksel bir etkiye sahip olduğu.
Araştırmanın lideri Dr. Linda E. Carlson ve meslektaşları, göğüs kanseri hastalarında, destek grubunun katılımı ve farkındalık meditasyonunun (bu meditasyon Budist meditasyonundan adapte edilmiş ve uygulayan kimseler şimdiki andaki düşüncelere ve fiillere yargısız bir şekilde odaklanmış ve geçmişteki hınç ve kinleri ve gelecek endişesini de gözardı etmişlerdir) korunmuş telomer uzunluğu ile bağdaştırılmakta. Telomerler, kromozom uçlarında olan ve kromozom bozulmasını engellemeye yardım eden DNA’nın parçalarıdır.  Biyoloji profesörleri genellikle onları ayakkabı bağcıklarının ucundaki plastik uçlara benzetirler. Kısalmış telomerlerin belirli bir rahatsızlığa tek başına sebep olduğu bilinmemektedir. Ancak onlar yaşla beraber bir oluşma sebep olabiliyor ve telomerler kanser, şeker hastalığı, kalp rahatsızlığı ve yüksek stres seviyelerine sahip insanlarda daha kısa oluyor. Bizler tabii ki telomerlerimizin bozulmamasını isteriz.
Carlson’ın çalışmasında, göğüs kanserinden kurtulanları 3 ayrı gruba ayrırırlar. İlk gruba, rastgele 8 haftalık farkındalık meditasyonu ve yoganın içerdiği bir kanser iyileşme programı verilir. İkinci gruba, zorlu duygularını paylaştıkları ve sosyal destek aldıkları 12 haftalık bir grup terapisi yapılır. Üçüncü grup da kontrol grubudur ve sadece 6 haftalık bir stres yönetimi kursuna tabii tutulurlar. Birinci ve ikinci gruptakilerin telomerleri korunurken ve aynı kalırken, kontrol grubu olan üçüncü gruptakilerinki kısalır.
Daha önceki çalışma bu ilişkiye dokunmuştur. 2008 yılından Diyet ve yaşam koçu gurusu Dr. Dean Ornish’in yürüttüğü bir çalışmada, sebze kombinasyonlu bir diyet, stres yönetimi aerobik egzersizleri ve 3 ay boyunca destek grubunun katılımının prostat kanserli erkeklerdeki telomeraz aktivitelerinde artışla sonuçlanmıştır. Telomerazlar, telomerik DNA dizilerini, doğrusal kromozomların uçlarına ilave ederler. Yakın zamanda yapılan çok fazla çalışmalarda da meditasyonun benzer etkileri bildirilmektedir. 2013’de bu çalışmayı takip eden bir başka çalışmada da Ornish tekrar prostat kanserli hastaları incelemiş ve yaşam stiline yapılan müdahelelerin daha uzun telomerlerle ilişkilendirmiştir.
Meditasyonun biyolojik yararları telomerin korunmasının çok ötesine uzanmaktadır. Carlson tarafından yapılan daha önceki çalışmada, kanserli hastalarda, farkındalık sağlıklı stress hormonu kortizol ile ve enflamasyonu oluşturan bileşenlerin düşüşü ile ilişkilendirilmiştir. Daha da ötesi, Carlson; kontrol grubundakilere göre işe-dayalı farkındalık stres azaltma programına katılanlarda grip aşısına yüksek antikor titreleri ürettiklerini gözlemlenmiş ve HIV ve şeker hastalığı için de farkındalığın etkilerine dair umud vaadedici çalışmaların mevcut olduğunu söylemektedir. Önceki buluşlar ayrıca şunu göstermektedir ki; aşırı stres, soğuk algınlığını da içeren viral enfeksiyonun yanında depresyon ve kardiyovasküler rahatsızlık riskini de artırmaktadır.
Zihin-beden kesişmesinin tedavi potansiyeli çok iyi bilinmekte. Biyogeribildirim—sensörlerle kaplı , farkındalığı ve çeşitli fizyolojik fonksiyonları kontrol etmeyi  öğrenir—on yıllardır mevcut ve ağrıyı, baş ağrısını, yüksek tansiyonu ve uyku problemlerini ve pek çok diğer durumları tedavide kullanılmakta ve tabii ki, bir de plasebo etkisi var, karmaşık ama tedavinin kendisinden çok, hastanın tedaviden beklentisinden meydan gelen çok gerçek psikobiyolojiksel yarar.
Sadece psikolojik olarak iyi olmaya değil, ayrıca fiziksel olarak da iyi olmaya bir araç olan meditatif ve sosyal yaklaşımlara iyimser bakılsa da, Carlson haklı olarak temkinli ve şunu söylemekte: “Bu çalışmada telomerin uzunluğunun korunmasının anlamı bilinmiyor. Ancak, bana göre, zorlu duyguları proses etmek, hem duygusal, hem de fiziksel sağlık için önemli ve bu, hem duygusal ifadenin grup desteği ile hem de farkındalık meditasyonu yoluyla yapılabilir.”
Carlson, zihinsel kökenli telomerik değişimlerin, eğer aynı kalıpların diğer kanserlerde ve durumlarda da doğrulandığı takdirde, kalıcı olup olmayacağını ve bunların hastalığın teşhisinde ve tedavisi sırasında önerildiğinde, mental müdahelelerin ne gibi etkileri olacağını merak ediyor. Carlson tüm bu sorulara cevap bulmayı umud ediyor.
2011 yılında Harvard Tıp Okulu’nda yayınlanan bir rapora göre, 6.3 milyon Amerikalı, geleneksel doktorların önerisi üzerine zihin-beden terapilerini kullanmaktalar(bu ortaya çıktığından beri gözlemlenen şaşırtıcı derecede yüksek bir sayı)
Halâ reçeteli meditasyon– özellikle fiziksel sağlık yararına—Batı Tıp normlarından uzakta ve korunmuş telomerlerin  gerçekten de kanserli hastaların ya da herhangi birinin yaşamını uzatmada etken olup olmadığı halen belirsiz. Ancak, kromozik korunma ve diğer olası sağlık yararları için stresin azaltılması, 17. Yüzyıl dualist felsefecisinin bile gerisinde kalabilecek bir arayış gibi gözükmekte.

Ya Evren Bir İllüzyonsa ?…


 ilüzyon
Bir hologramın titreyen imajı, illüzyonu yeterince net açıklamakta. Işığın bir oyunu olan bu 3 boyutlu temsil, 2 boyuttaki bir bilginin projeksiyonudur. Ancak, yüm evrenin bu yolla meydana geldiğini tespit etmek biraz şok edici olsa gerek.
Bu hikaye 1990’larda başladı. Fizikçiler, sicim teorsinin başedilemez matematiğini çözebilmek için mücadele verirken, kurnazca bir sırrı keşfettiler. Belirli şartal altında, ilgili olduğun evrendeki boyutlardan bir tanesini eksiltirsen, –bir başka deyişle, ona hologram gibi davranırsan–, çekim gücü onu yok etmek için oluşabilir.
Bu holografik prensibe en iyi örnek; AdS/CFT konjektürü diye bilinen holografik prensip’e dayanan sanal bir evreni tanımlayan matematiksel bir modeldir. Bu model, sadece Pringle’ın (papates cipsi şekli) yüzeyine benzer şekilde 5 boyutlu uzay-zamanda geriye doğru bükülerek çalışır. Bu sırrın,– yada isterseniz buna numara deyin–, yararlı olduğu şaşırtıcı bir şekilde sadece sicim teorisinde değil, ayrıca süperiletkenlerolan  pratik şeylerin çalışmalarında ve parçacıkların neden kütleleri var tarzındaki problemleri açığa çıkarmada yararı olduğu kanıtlanır.
Bu yıl, Avusturya, Viyana Teknik Üniversitesi’nden Daniel Grumiller ve meslektaşları, bu prensibin ayrıca bizim evrenimize benzer “düz” bir uzay-zaman içinde (her ne kadar 3 boyutlu olmayıp, iki boyutlu uzamla olsa bile) uygulabileceğine dair kanıt sundular. Grumiller: “Bu,düz-uzay holografisi açısından  anlaşılması ve çözülmesi zor olan bir kanıt.”
İllinois’deki FermiLab’de çalışan fizikçi Craig Hogan, bu kanıtı anlamanın peşinde. Eğer bizimki gibi düz bir evrende holografik prensip uygulanırsa, zaman uzay-zamanın kendisi, tıpkı holograma yakından bakıldığında olduğu gibi puslu, bulanık gözükebileceğini ve anlamanın zor olabiliceğini dile getirir. Hogan ve meslektaşları FermiLab’de “holografik sesi” keşfetmek-tespit etmek için “HOLOMETRE” diye bilinen bir alet geliştirirler. Geçen yıl bu alet tam güçle çalışmıştır. Hogan, holografik prensip ile ilgili herhangi bir kanıtın devrimsel nitelikte olacağını düşünüyor. Çünkü, bunun, Öklit’ten bu yana, 2000 yıldan fazla kullandığımız temel geometri fikirlerinin ötesine geçeceği görüşünde.
Öyle bir şey olduğunda bu bizi nasıl değiştirecek? Pratiksel olarak, belki de pek değiştirmeyecek: biz muhtemelen,3 boyutlu diye adlandırdığımızı algılamaya devam edeceğiz ve yerçekimi diye adlandırdığımız fenomen de bir tepeden düştüğümüzde, bizi halâ incitecek.
Ancak, Grumiller, bunun, 500 yıl önce Kopernik tarafından başlatılanı alevledirecek büyük bir gelişme olabileceğini ve buna ek olarak da Kopernik’in, “dünya evrenin merkezinde değil” açıklamasını yaptığında duyulan şaşkınlık gibi, bu kadar süredir nasıl aldandığımızın şaşkınlığını da yaşabileceğimizi düşünüyor.
Grumiller: “Evreni ve kendimiz evrenin bir parçası olarak görürken, boyutlarımızdan bir tanesinin ve yerçekiminin bir illüzyon olduğunu fark etmek çok etkili. Benim tahminim, bu illüzyonu insanlığın sindirmesi en azından bir yüzyıl alacaktır.”
Çeviren: AylinER
Bu makale New Scientist, 08.08.2015 sayısından çevrilmiştir.

13 Aralık 2015 Pazar

Kuantum ve klasik dünya arasındaki “geçiş noktası” bulundu



kuantum1
Eğer optik aygıtlarda ışığın gücünden bütünüyle yararlanmak istiyorsak, fotonları yani ışığı oluşturan temel birimi anlamamız gerek. Ancak bu hiç de kolay değil. Çünkü fotonların fiziksel davranışı, elektronlarda ve diğer atom altı parçacıklarda olduğu gibi, kuantum fiziği ile tanımlanıyor; klasik fizik ile değil.
Geçtiğimiz günlerde klasik ve kuantum davranışın kesişim noktasına ilişkin Bar-Ilan Üniversitesi’nde yapılan gözlem, Physical Review Letters dergisinde yayımlandı. Araştırmacılar, fiber bazlı, lineer olmayan bir süreç kullanarak, kuantum dünyasından nasıl ve hangi koşullarda klasik davranışın belirdiğini gözlemleyebildiler.

“Dolaşıklığın” Üstü ve Dışı

Kuantum dünyasında, foton çiftleri “dolaşıktır“. Yani birbirlerinden çok uzakta olsalar bile, birine uygulanan ölçüm diğerini de etkiler. Albert Einstein tarafından “uzaktan hayaletimsi etki” olarak adlandırılan bu olay, bir başka sağduyuya aykırı iddiayı gündeme getirmiştir. O da şu ki, gözlemlenmedikleri sürece fotonlar eşzamanlı olarak tüm olası durumlarda bulunurlar.
Genişbantlı dört-dalga karışımı (FWM) denilen iyi düzenlenmiş bir teknik kullanarak, bilimciler optik bir fiberden lazer ateşleyerek, dolaşık foton çiftleri yani bi-fotonlar üretti. “FWM tekil bi-fotonların kuantum haberleşme şemaları açısından önemli bir kaynak, özellikle de fiber-içi uygulamalarda,” diyor makalenin başyazarı Rafi Vered.
Doktora öğrencisi olan Vered’in çalışması, Bar-Ilan Üniversitesi Fizik Bölümü ve Bar-Ilan Nanoteknoloji ve İleri Malzemeler Enstitüsü öğretim görevlileri Dr. Avi Pe’er ve Prof. Michael Rosenbluh danışmanlığında sürüyor.
Bi-fotonları, sistemin ya saf klasik ya da saf kuantum davranış göstermesini sağlayan yüksek veya düşük güçlü lazer atımları ile üretmek yerine, biz orta dereceli bir güç rejimine odaklandık. Bu orta dereceli güç düzeyinde, ‘hayaletimsi’ kuantum davranış ile ‘klasik’ dalga fiziği sınırının aşıldığı geçiş noktasını gözlemleyebildik.”

Güç, Atım ve Girişim Desenleri

Araştırmacıların deney düzeneği tek bir fotonu değil de, sadece foton çiftlerini etkileyen benzersiz bir girişim görüngüsü üzerine odaklandı. Bu girişimin miktar ölçümü, ışığın hem dalga benzeri hem de parçacık benzeri davranışını kapsayan ikili doğasının açığa çıkabileceği bir çeşit optik “engelleme durumu” yaratılarak başarıldı.
Deneyimizde, foton çiftlerinin dalga benzeri girişim deseni sergilerken, parçacık gibi davranmalarını inceledik,” diye açıklayan Pe’er, bu etkinin bir bi-foton çiftindeki fotonlar arasındaki kuantum dolaşıklıkla kesinlikle bağlantılı olduğunu ekliyor. “Bu girişimi bir zayıflatıcı -ışın bölücü- ekleyip yöneterek, fotonlar arasındaki kuantum dolaşıklığı bilinçli biçimde kırdık.”
Pe’er’a göre, ışığın zayıflatıcıdan geçişi pek çok fotonu bi-foton eşinden sıyırıyor ve böylece ayrılmamış bir foton çiftinin zayıflatıcıdan geçme olasılığının, tek bir fotonun kendi başına geçme olasılığından çok daha düşük olmasına yol açıyor. Bi-fotonlara özgü girişimi büyük ölçüde düşüren bu değişim, doğrudan değişken lazer güç düzeyleri ile bilimciler tarafından belirleniyor.
“Oldukça geniş bir güç düzeyi yelpazesinde lazer atımları ateşleyerek bi-fotonlar ürettik,” diyen Vered şöyle devam ediyor: “Bi-foton sayısı belli bir sınır değerin altında olduğunda, özelliklerini kuantum mekaniği ile tanımlamak gerekiyor. Ancak, eğer çok sayıda çift başarıyla geçerse, bunların davranışı klasik fizik ilkeleri ile öngörülebiliyor. Böylece biz de ışığın kuantum doğasının, klasik yasalarla yönetilen ve kuantum olmayan kurallara uyacak biçime ‘çöktüğü’ geçiş noktasını tanımlayabildik.”

Ultra-Hızlı Bi-foton Algılaması

Makalede söz edilen bir diğer başarı da bilimcilerin bi-fotonları benzeri görülmemiş yüksek bir oranda algılayabilmeleri.
Laboratuvarımız, tekil bi-fotonların üretimi ve iletiminde (saniyede yaklaşık 1014 bi-foton) dünya rekoruna sahip,” diyor kuantum optiği ve lazer fiziği uzmanı Pe’er. Ayrıca bu son çalışmaya kadar, bu kadar yüksek sayıda bi-fotonun bir özellik değil, bir hata olarak düşünüldüğünü de ekliyor.
Bu çalışmada, bi-fotonları yani dolaşık enerji taneciği çiftlerini üretmek için fiber bazlı lineer olmayan bir süreç denedik,” diyen Pe’er, ortaya çıkan geniş bant ultra-yüksek (gerçek deneyde saniyede 1014 bi-fotona kadar) akımın, her pikosaniyede yaklaşık 100 fotonun hedeflerine ulaşabileceğini belirtiyor. “Diğer yöntemlere göre bu dev bir ilerleme. Şimdiye dek başka hiç bir foton algılama yöntemi bu kadar yüksek bir akım değerine, gelen veriyi ‘boğmadan’ erişemiyordu. Biz bu sorunu, farklı bir algılama ilkesi ile çözdük. Algılayıcıda, iletimde kullanılanlar gibi lineer olmayan fiber kullandık. Böylece süreci ters çevirerek, bi-fotonları vardıklarında tanımladık.”

“Schrödinger’in Kedisi”ni Görmenin Başka Yolları

Vered’e göre, çalışmanın ilginç bir yönü de kuantum süperpozisyona (dolaşık taneciklerin gözlemlenene dek olası tüm durumlarda bulunmasına) ilişkin sunduğu sağlam, optik tabanlı bakış açısı.
Kuantum kuramının tüm popüler açıklamaları genelde Schrödinger’in kedisi deneyi ile başlar,” diyor Vered. “Yaşam ile ölüm arasındaki geçiş noktasına bakmak yerine, bizim deneyimiz kuantum davranışın nasıl klasik fizik doğurduğunu inceliyor. Kuantum davranış çok küçük ölçekte kendini gösterdiğinden, geçiş noktasını, Schrödinger’in kedisinin aynı anda hem ölü hem canlı algılanacağı kadar küçük boyutlara indiği yer olarak tanımladığımız düşünülebilir.”

Kaynak: Phys.org – Team finds ‘tipping point’ between quantum and classical worlds 

7 Aralık 2015 Pazartesi

İkinci Beynimiz: Kalbin zekası


Mantıklı ol, duygularınla hareket etme… Hayal kurma, ayakların yere bassın biraz… Aklını kullan, duygular gelip geçer… Aman sonuçlarını iyi hesapla, sonradan pişman olacağın şeyler yapma… Tanıdık mı? Seçimlerinde kalbinin sesini dinleyenlere “ işte biliyordum”, dinlemeyenlere ise “ gerçekten mi, nasıl yani?” dedirtecek bir haberim var. Kalbin zekası var ve beyninden daha önce olacakları hissettiği bilimsel olarak ispatlandı.
beyin kalp1Kalbin zekası olduğu bilimsel olarak kanıtlandı
Önce anne, babamızla başlayan sonra öğretmenlerimize kadar uzanan büyüme dönemimizde çoğunlukla öğretilen mantıklı olmak, duygularımızdan ziyade aklımızla hareket etmek üzerineydi. Aklımızı kullanmakta elbette bir sorun yok, Allah insana akıl vermiş, olasılıkları değerlendirip en doğru seçimi yapması için. Peki tüm dinlerde ve kültürlerde duyguların merkezi olarak kabul edilen kalbimizi bu kadar arka plana itmek, koşulsuza sadece beynimize, aklımıza güvenmek, kalbimizden geçeni, O’nu heyecanlandıranı göz ardı etmek nelerden vazgeçmenize sebep oldu hiç düşündünüz mü? Evlenirken, mesleğinizi, işinizi seçerken, bugün dahi bunları sürdürürken… Mantıklı olanı mı, yoksa kalbinizi çarptıranı mı seçiyorsunuz?

Küçük prens haklıymış: Gerçeği ancak kalbin gözü görebilir

Heartmat Institude’da Dr. Rollin McCraty tarafından yapılan çalışma, kalbimizin bilinenin ötesinde mucizevi diyebileceğimiz sezgisel zekasını gözler önüne seriyor.
Bu çalışmada 26 katılımcıya 30 resim gösterildi. Bazıları saldıran bir yılan, araba kazası gibi duygusal olarak yüksek uyarıcı, bazısı ise doğa manzarası gibi nötr uyarıcı resimlerdi. Katılımcı bir bilgisayar ekranı karşısında oturuyor ve bir yandan EEG ile beyin dalgaları, diğer yandan EKG ile kalp atışları takip ediliyordu. Katılımcının mouse’a her tıklamasından 6 sn. sonra, 3 sn. süreyle ekranda rastgele bir resim gösterildi. Ardından ekran 10 sn. karardı. Sonra tuşa tekrar basmaları istendi ve bu işlem 30 kez tekrar edildi. Veriler incelendiğinde sonuç şok ediciydi. Katılımcılar fotoğrafı gözleriyle görmeden sanki kalp resimleri biliyor gibiydi. Eğer resim yüksek uyarıcı bir resim ise kalp resim görünmeden önce 5 saniyeliğine yavaşlıyor, eğer düşük uyarıcı bir resimse kalp hızlanmaya başlıyordu. Yani bilgi önce kalbe geliyor oradan beyne iletiliyor, daha sonra vücut tepki veriyordu. Tüm bunlar olay gerçekleşmeden saniyeler önce oluyordu.beyin kalp2
Kalbin zekası olayları önceden sezmenize yardımcı olabilir
Bu çalışma kalbin zaman ve mekan sınırı olmayan, bilinçli zihnimizle algılayamayacağımız bir şekilde olacakları önceden sezdiğini göstermekte. Hani “İçime doğdu”, ya da “Malum oldu” denir ya işte bilimsel ispatı. Son yıllarda yapılan nöro-kardiyoloji çalışmalarında kalp ile ilgili elde edilen diğer şaşırtıcı bilgiler şöyle:
• Kalbin manyetik alanı beyninkinden yaklaşık 5000 kez daha güçlü ve vücuttan bir kaç metre uzakta ölçülebiliyor.
• Kalp duygularımıza göre değişen eletromanyetik dalgalar yaymakta.
• Kalp, beyinden ve otonom sinir sistemimizden bağımsız yaklaşık 40.000 nörondan oluşan bir ağa sahiptir.
• Kalp beyne, beyinin gönderdiğinden daha fazla sinyal göndermekte ve bu sinyaller duygusal deneyimimizi etkilemekte.
• Kalp sinir sisteminde, aynı beyindeki gibi, tüm vücut üzerinde bir etkiye sahip çeşitli nörotransmitterler ve hormonlar salgılanır: noradrenalin, dopamin ve oksitosin bu hormonların en önemlileri, bu arada oksitosin, anne sevgisini, dayanışmayı, hoşgörüyü, anlayışı ve sosyal davranışı etkilediği için “aşk hormonu” olarak adlandırılır.
• Anne rahmine düşen zigotta beyinden önce kalp oluşur ve atmaya başlar. Annenin beyin dalgaları bebeğin kalp atımlarıyla senkronizedir.

beyin kalp3Kalbinin sesini dinle

Yaptığınız mantıklı seçimleri bir gözden geçirin. Bunlar sizi gerçekten mutlu eden, doyum ve huzur getiren seçimler mi? Yoksa mantıklı seçimleriniz yargılanma, eleştirilme kaygısıyla, ailede ve çevrenizde kabul görmek için mi?
Kalbiniz sizinle sürekli konuşuyor, hiç durmadan. Ancak zihnin gürültüsü içinde onu duymak çok da kolay olmuyor. Cılız bir ses duyabilsek bile seçimlerimizde O’na kulak verebilmek için farkındalığımızın yüksek olması gerekiyor. Farkındalık ve meditasyon çalışmalarının faydası zihindeki bu karmaşa arasında gerçek benliğimizin yani kalbimizin sesini daha güçlü duymamıza olanak sağlamasında.

Kalp meditasyonu

Kısa bir meditasyonla bu yazıyı tamamlayalım. Bu meditasyonu 21 gün boyunca günde 10 dk. düzenli yapmanız, kalbinizin sesini daha güçlü duymanıza, yaşantınızda olumlu gelişmelere kapı açacaktır.
beyin kalp4
1- Saatinizin sayacını 10 dakikaya ayarlayın, rahatsız edilmeyeceğiniz sakin mekanda, rahat bir pozisyonda oturun ve gözlerinizi kapatın.
2- Zihninizi nefes alışınıza odaklayın ve içinizden 4 e kadar sayarken burnunuzdan aldığınız nefesi, yine içinizden 8’e kadar sayarken burnunuzdan yavaşça verin. Bu nefes alış verişi 6-7 kez tekrarlayın.
3- Şimdi dikkatinizi göğüs kafesinize çevirin ve nefes alıp vermeye devam ederken, her nefes alışta havanın göğüs kafesini, akciğerlerinizi dolduruşunu gözlemleyin. Göğsünüzdeki hislere odaklanın. Kendinizi bir şeyler düşünürken her an yakalayabilirsiniz sorun yok. Fark ettiğiniz anda dikkatinizi yine nefesinize getirin.
4- Şimdi dikkatinizi kalbinizi çevirin. Yavaşça nefes alıp vermeye devam ederken kalbinizin atışlarını içinizden hissedin. Nasıl ahenkle, hiç durmadan, yorulmadan attığını bir süre gözlemleyin.
5- Ardından kalbinizin içinden pembe parlak bir ışığın yanmaya başladığını, giderek güçlendiğini, yavaş yavaş tüm göğüs kafesinizin bu ışıkla aydınlandığını, ışığın giderek büyüyerek tüm bedeninizi doldurduğunu zihninizde görün ve verdiği sıcaklığı, sizi şefkatle sarışını hissedin.
6- Nefes alıp vermeye ve tüm bedeninizi kalbinizin ışığıyla yıkamaya alarm çalana kadar devam edin. Alarm çaldığında bedeninize ve kalbinize teşekkür ederek dikkatinizi nefesinizde toplayın ve hazır olduğunuzda gözlerinizi açın.
“ Kalp sırrına erenler ne yapar bilir misin?
Kızmazlar… Küsmezler… Kırmazlar… Kırılmazlar…
Her şeyde bir güzellik bulurlar.” Hz. Mevlana
Kalp kan pompalayan bir organdan çok daha fazlası… Kalbinizin sesine kulak vermeniz dileğiyle.

Akıllı telefonlar hafıza oluşumuna zarar mı veriyor?


Araştırmalar, akıllı telefonlarla ya da fotoğraf makineleriyle gördüğümüz her şeyin fotoğrafını çekmenin önemli olaylara ilişkin hafıza oluşumuna zarar verdiğini gösteriyor.

Unutmamak amacıyla hayatımızın çeşitli anlarını fotoğrafla kayıt altına almak giderek yaygınlaşıyor. Öyle ki, iş akilli1Narrative Clip adı verilen ve yakaya takılabilen bir mini kamera ile her 30 saniyede bir otomatik fotoğraf çekmeye kadar vardı. Peki, bu aşırıya kaçmak mıdır?
ABD’deki Fairfield Üniversitesi’nden psikoloji profesörü Linda Henkel’in yaptığı araştırmalar buna işaret ediyor. Henkel’e göre, fotoğraf çekmek bir olayla ilgili ayrıntıları sonra hatırlama yeteneğinin kaybolmasına neden oluyor.

Hafıza oluşumuna zarar

2014’te başladığı araştırmasında Henkel, bir müzede öğrencilerin bir kısmına gördükleri sanat eserlerinin fotoğraflarını çekmelerini, bir kısmına ise bu eserleri seyretmelerini söyledi. Ertesi gün fotoğraf çekenler baktıkları eserlere dair ayrıntıları hatırlamakta zorluk çekiyordu. Henkel bunu fotoğraf çekmenin yol açtığı bir olumsuzluk olarak değerlendiriyor.
“Fotoğraf makinesini bir tür harici bellek aracı olarak görüyoruz. Onun olayları bizim için hatırlamasını bekliyoruz. Bu yüzden de o olayı hatırlamamıza yardımcı olacak şeylerle angaje olmuyoruz” diyor Henkel. Fakat fotoğraf çekmenin kısa dönemli hafıza oluşumuna zarar verse de uzun vadede hatırlamamıza yardımcı olabileceğini de ekliyor.
akilli2 Fakat öğrenciler üzerinde yapılan deneyde, baktıkları nesnenin bir ayrıntısını görüntülemeleri istendiğinde, bunun için ayrıca yoğunlaşıp özel çaba göstermenin hafıza zayıflatıcı etkiyi ortadan kaldırdığı görüldü.

Hayatı belgelemek

Batı Avrupa ve Amerika’da hemen hemen her evde bir fotoğraf makinesi var ve onyıllardır fotoğraf çekiliyor. Ancak dijital makineye geçişle birlikte fotoğraf çekme nedeni ve kullanma biçimi de değişime uğradı. Artık fotoğraflar özel günlere ve olaylara, aile yaşantısına ilişkin olmaktan çok, arkadaşlarımızla iletişim kurmak, kendi kimliğimizi oluşturmak ve sosyal bağlarımızı geliştirmek için kullanılıyor. Genç kuşaklar fotoğrafları iletişim aracı olarak kullanma eğilimi taşıyor.
Henkel insanların artık fotoğrafı bir olayı daha sonra hatırlamasını sağlayacak bir şey olarak değil, o andaki hislerini başkalarıyla paylaşma aracı olarak gördüğünü söylüyor.
Microsoft’un geniş açılı SenseCam otomatik makineleri de günlük hayatın akışı içinde belli aralıklarla ya da ortam değişimlerinde sürekli fotoğraf çekiyor. Ancak bu verilerin sonradan nasıl kullanılacağı sorunu var. Uzmanlar bu alandaki çalışmaların ilerlemesiyle gelecekte bu tür cihazların insana hatırlatıcı ipuçları vererek “takma bellek” olarak kullanılabileceğine inanıyor. Bunlardan biri, makinenin kalp atışına göre uyarlanması yoluyla doğru akilli3zamanlarda fotoğraf çekmeye başlamasını sağlamaya çalışıyor.
Dijital kameralar sadece fotoğraf çekme şeklini değil, sosyal medya nedeniyle, kaydedilmiş olayların hatırlanma biçimini de değiştiriyor.

Yanlış hafıza

Warwick Üniversitesi’nde yanlış hafıza oluşturma konusunda çalışma yapan psikoloji doçenti Kimberley Wade, “Hafıza yeniden inşa edilen bir şeydir. Çekilen fotoğraflara uygun bir hafıza inşası bu nedenle muhtemeldir” diyor. “Biri size kendi çekmediğiniz bir fotoğraf gösterdiğinde, sizin katılmış olduğunuz ama hatırlamadığınız bir olayı kısmen gösteriyordur. Belki de belleğiniz buna göre şekillenecektir ve o fotoğraftaki görüntünün sizin gerçekten o etkinlikte gördüğünüz bir şey olup olmadığını ayırt edemezsiniz artık.”
Olayları dışarıdan birinin bakış açısıyla hatırlamanın sakıncaları da vardır. Araştırmalar, herhangi bir tecrübeyi üçüncü bir şahsın perspektifine göre hatırladığınızda o anıya dair duygusal bağların daha zayıf olduğunu gösteriyor. Fakat böyle düşünmeyenler de var.
Wade birçok yanlış hafıza uzmanının doğru hatırlamamayı iyi bir şey olarak değerlendirdiğini söylüyor. “İnsan istikrarlı olduğunu düşünmek ister. İlişkilerimizi ve kendimizi olmasını istediğimiz gibi hatırlarız. Bu nedenle biraz çarpıtma sağlığımız açısından iyidir.”
Peki ne kadar sık fotoğraf çekmeliyiz? Henkel, profesyonel fotoğrafçı değilseniz çektiğiniz fotoğraf sayısını sınırlamak ve daha seçici olmak gerektiğine inanıyor. Böylece fotoğrafın yararlı etkilerinden faydalanmış ve zararlarını sınırlamış oluruz.
“Güzel bir yere gitmişseniz birkaç fotoğraf çektikten sonra makineyi bir kenara bırakıp manzaranın tadını çıkarın. Sonra bu fotoğrafları seçin ve baskıya verin, o anları başkalarına anlatıp paylaşın. Bu yolla belleğinizi ve anılarınızı canlı tutmuş olursunuz.”

Evliya Kuantum Fiziği mi Biliyor?


kuantum1
Kuantum fiziği kesinliklerin değil, olasılıkların; “Ya olur, ya olmaz” ın değil, “Hem olur, hem olmaz”ın bilimi. Evliya hikayeleriyle büyümüş bizler için bu tuhaf bir şey olmamalı. Gözleyen ile gözlenenin bir olduğunu anlayan Hallac-ı Mansur 922 yılında ‘Enel hak’ (Ben Tanrı’yım) derken ‘bir’lik halini idrak ettiğini anlatmak istiyordu büyük ihtimalle…
Kuantum fiziğinin yaşayan en ünlü hocalarından Amerikalı fizikçi Dr. Fred Alan Wolf, üç dört yıl önce İstanbul’a geldiğinde, kuantum fiziği mekaniğinin tasavvufi düşünce ile çok benzeştiğini söylemişti. Kuantum fiziğine göre evrendeki her şeyin tıpkı tasavvufi inanıştaki gibi ‘bir’ olduğunu, ayrılık fikrinin ise sadece bir illüzyon olduğunu açıklamıştı verdiği konferansta. Kendi dilince vahdet-i vücud, ayna ve misal alemi gibi kavramlardan söz etmiş ve modern fiziğin geldiği son noktada da bunları gördüğünü itiraf etmişti.
Bu ilgi çekici konuyu daha da derinleştirmek için “Kuantum Bilgeliği ve Tasavvuf” kitabının yazarı Doç. Dr. Haluk Berkmen ile bir araya geldik. Berkmen, ODTÜ Fizik bölümünde 1970 yılında kuantum fiziği dersi veren en genç hoca olarak biliniyor. Sonrasında 22 yıl Viyana’daki Birleşmiş Milletler Uluslararası Atom Enerjisi Ajansı’nda (UAEA) nükleer tesis denetmeni olarak görev yapmış. Ömrünün büyük bölümünü, dünyanın dört bir yanındaki nükleer tesisleri kontrol ederek geçirmiş.

Atom Enerjisi Ajansı’ndan tekkelere…

Ancak aklının bir köşesinde hep, ODTÜ’deyken merak saldığı o konuya geri dönmek varmış: Kuantum Fiziği ile tasavvufun birbirine olan şaşırtıcı benzerliği! 2002’de emekli olup İstanbul’a döner dönmez tasavvuf okumalarına başlamış. Onlarca mürşidin kapısını çalmış, talebesi olmuş, dinlemiş, öğrenmiş. Sonunda da ortaya söz konusu kitap çıkmış. Berkmen ile yaptığımız söyleşiye geçmeden önce, kuantum fiziğinin yabancısı olanlar için biraz detay verelim. Kuantum fiziği ne iddia ediyor ve neden tasavvufi bilgeliğe benzetiliyor?
kuantum2Doç. Dr. Haluk Berkmen

Bakarsan var bakmazsan yok

Maddi ve manevi dünyaya bakış açısını sonsuza dek değiştirecek olan o meşhur kuantum fiziği deneyini anlatarak girelim konuya: ‘çift yarık deneyi”ni. 1927’de Clinton Davisson ve Lester Germer tarafından elektronlar üzerinde yapılan deneyi. Deneyde tek bir elektron, iki dikdörtgen yarıktan geçirilerek, yarıkların arkasındaki ekrana yansıtılır. Elektronun yarıklardan birinden geçmesi beklenirken o her iki yarıktan da aynı anda geçer ve ekranda sıralı aydınlık ve karanlık şeritlerden oluşan bir girişim yani dalga deseni ortaya çıkarır.

Madde, ona baktığımızı anlıyormuş gibi…

Bilim insanları böyle mucizevi bir şeyin nasıl olabileceğini anlamak için bir sonraki deneyde yarıklara gözlem aleti yerleştirir. Gözlem aletinden evvel ekranda dalga deseni oluşturan elektron bu kez normal bir madde gibi (parçacık) davranır. Yani tek bir yarıktan geçer; malum dalga-parçacık dualitesi. Yani madde biz ona baktığımızda sanki bunu anlıyor ve ‘bir yerde, bir şekilde’ görünmek üzere pozisyon alıyor. Buna kuantum fiziğinde çökme deniyor. Yani sonsuz olasılıklar içinden sadece bir tanesi, gözlemcinin (ki bu biz oluyoruz) gözlemesi yani algılaması ile gerçekleşiyor.
Evliya hikayeleriyle büyümüş bizler için bunlar hiç de imkansız değil. Gözleyen ile gözlenenin bir olduğunu anlayan Hallac-ı Mansur 922 yılında ‘enel hak’ (Ben Tanrı’yım) derken de ‘bir’lik halini idrak ettiğini anlatmak istiyordu büyük ihtimalle. Ama anlaşılamadı ve idam edildi.
kuantum3

İnsan, dünyayı gözlemleyerek etkiler

Kuantum fiziği araştırmalarının bilimsel olarak ispatladığı üzere, gözlemcinin (bir insanın) gözleneni (dış dünya) sadece gözleyerek etkilediğini söyleyebiliriz. Buna gözlemci etkisi deniyor. Çünkü kuantum dünyasında her şey birbiriyle bağlantılı. Hiçbir şey bir diğer şeyden bağımsız değil. Bu da tasavvuf düşüncesindeki niyet kavramına denk geliyor.
Çok bilindik bir hikayede olduğu gibi, bir adam eşeğini bağladığı kazığı başkaları da bağlar niyetiyle çıkarmaz, bir kör adam gelip çarpınca başkaları da çarpmasın diyerek yerinden çıkarır. Kazık aynı kazıktır ama aynı kazık da değildir aslında.

Bir kuantum ilkesi olarak “İnsan Allah’ın aynasıdır”

Tasavvuf inanışındaki insanın Allah’ın aynası olduğu düşüncesi de bire bir kuantum dünyadaki ‘gözlemci etkisi’ kavramına karşılık geliyor. Yani aslında sadece bir gerçek gözlemci var, kuantum mantığı bunu gösteriyor. Ölüm de bu mutlak gözlemciye (Allah’a) geri dönüş. “Bilinç ve madde dünyası diye ikili bir dünya yok. Tek bir şey var. Gözleyen ve gözlemlenen de ayrı değil. Durmadan birbirlerine dönüşüyormuş gibi bir illüzyon yaratıyorlar sadece. Hadid Suresi’nde de dendiği gibi: “Nerede olsanız o sizinle beraberdir. Çünkü size hayat veren ruhunuz ona bağlıdır.”

“Bilinci maddeye çeviren”

Dr. Fred Alan Wolf da tanrı tanımını ‘bilinci maddeye çeviren’ diyerek açıklayıp, kuantum fiziğine göre enerji dalgalarının somut dünyaya dönüştüğünü söylerken, tasavvuftaki Misal aleminin (dünya) gerçek öz olan Mana aleminin bir yansıması olduğu inanışıyla bir bağ kuruyor.
Bir söyleşisinde Mevlana’dan “Ruhumda patlayan volkandan yüzlerce dalgalı sel akarken, cennet benim dönmemi sağlıyor” beyitlerini hatırlatan Dr. Wolf, Mevlana’nın sözlerinin kuantum fiziğinin madde tanımlamasıyla (dalga frekanslarını oluşturmak için dönen elektronlar) bire bir benzeştiğini ifade ediyor.

Mevlana’nın dizelerindeki kuantum mekaniği

Kuantum fiziğine göre tüm evrenin tek bir bütün oluşu da ‘vahdet-i vücut’ kavramına karşılık geliyor. Dr. Wolf bunu da Mevlana’nın şu beyitleriyle örneklendiriyor: “Seher vakti gökyüzünde bir ay göründü, gökten indi de gözünü bize dikti, bakmaya başladı. Ay zamanında bir kuş vurmuş doğan gibi. Ay beni kaptı, gökyüzüne uçuruverdi. Kendime baktım, göremedim. Çünkü o ayın lütfuyla bedenim can kesildi. Can alemine gittim. Orada da o aydan başka bir şey göremedim. Hasılı ezeli tecelli sırları, tamamıyla anlaşıldı.”
kuantum4
Mevlana’nın şiirlerinin ışığın doğası ve tanrı parçacığı diye adlandırılan ve varlığı henüz ispatlanamamış olan (CERN’deki LHC deneyinde aranılan, maddeye kütle verdiği sanılan teorik alan, tanrı parçacığı) Higgs bozonunu çağrıştırdığını anlatan Dr. Wolf, evrendeki tüm elektronların tek tek bilince sahip olduğunu söylüyor. Higgs bozonu aslında İslamiyet’te Allah’ın ‘ol’ sözüne karşılık geliyor.

Bir şey hem vardır hem yok, hem iyidir hem kötü

Hayatı boyunca kuantum fiziğinin tasavvufta bahsedilen hakikate benzerliği üzerine düşünen Doç. Dr. Haluk Berkmen, kuantum fiziğini anlamak için modern dünyada kullandığımız Aristo mantığının yeterli olamayacağını hatta anlamanın yolunu tıkayacağını açıklayarak başlıyor söze.
Neden hocam? Nasıl anlayacağız kuantum fiziğini?
Ünlü fizikçi Richard Feynman’ın dediği gibi “Kuantum teorisi karşısında şaşkınlığa uğramayanlar bu teoriyi anlamamış demektir.” Anlamak için önce hayret etmek gerekir. Eğer klasik Aristo mantığıyla düşünürsen anlayamazsın ve boşluğa düşersin. Aristo mantığı ‘ya/ ya’ mantığıdır. Bir şey ya vardır ya yoktur gibi. Kuantum fiziği ise ‘hem/ hem’ mantığıyla çalışır. Bir şey hem vardır hem de yoktur, hem dalgadır hem parça, hem güzeldir hem çirkin, hem doğrudur hem yanlış. Karşıt olasılıklar aynı anda vardır. Bu şekilde düşününce yargılamak zorlaşır, affetmek kolaylaşır. Bunu anlamak için akıldan öte sezgi lazım. Richard Feynman bile “Kuantum kuramını ben de anlamıyorum, kimse anlamıyor ama kuram çalışıyor” demişti.
Tasavvuftaki hoşgörüye bilimsel altyapı sağlıyor gibi…
Evet, çünkü güzel de çirkin de, iyi de kötü de bir. Hızır ile Hz. Musa’nın hikayesini bilirsiniz. Hızır Hz. Musa’ya “Gerçekten sen, benimle birlikte olma sabrını göstermeye güç yetiremezsin. Özünü kavramaya kuşatıcı olamadığın şeye nasıl sabredebilirsin? (Kehf Suresi, 67-68)” der. Çünkü Hızır yol boyunca bindikleri gemiyi delmek ve bir çocuğu öldürmek gibi pek çok kötü iş yapar. Sonunda anlaşılır ki hepsini aslında bir hayır için yapmıştır. Hayır da şer de birdir. Yargılama yok. Bu yola seyri sulük denir. Amaç nefs-i emmareden nefs-i kamileye ilerlemektir. Nefsi emmare emir komuta boyutunda yaşamaktır. Bir şey almak ve birşey vermek… Çoğu insan nefsi emmareden öteye geçemediği için hayatı kavrayamadan yaşlanır. Bu hayat boş diye düşünür. Hayır ve şerrin bir olduğunu, sınav olduğunu gören nefsi emmareyi geçer, nefsi kamileye yaklaşır.
Kuantum fiziğini son yıllarda ‘iste olsun’ tarzı kişisel gelişim kitaplarında kullanıyorlar. Bu konuda ne düşünüyorsunuz. Madem elektronlar gözleyene göre hareket ediyor, bir şeye sahip olmak için çok düşünmek çok istemek işe yarar mı?
Kuantum dünyası belirsizlik dünyasıdır. Yüzdelerle konuşur. Bir şeyin olma olasılığından bahseder. Bir şeyin olması için istek değil istenç gerekir. Newton çekim yasasını kafasına bir elma düşünce keşfetmedi. O işin bahanesiydi. Kendisini zaten bilimsel çalışmalara adamış biriydi. Varlığını adamıştı. Sonra birden elma düştü ve anladı. İşte istenç budur. Buna kuantum dünyasında sıçrama denir. Bir şeye kendini adayacak kadar yoğunlaşırsın, sonra bir gün birden o şey oluverir. Odaklanmışlık ve adanmışlık, istençtir.

Zaman ve mekan görecedir

Kuantum fiziğinde yer ve zamanlar arası geçiş de teorik olarak mümkün. Bunun tasavvufta karşılığı var mı? 
Hacı Bektaş Veli öleceğine yakın etrafındakilere “Cenazemi almaya biri gelecek, ona verin” der. Gerçekten de cenazeyi almaya biri gelir. Kim olduğu belli olmayan bu kişiye cenazeyi vermek istemezler. Sonunda emaneti almaya gelen gizemli kişi peçesini indirmek zorunda kalır. Bir bakarlar ki Hacı Bektaş Veli’dir. Evliyalar zamanlar arası yolculuk edebilir ve aynı anda birden fazla yerde bulunabilirlerdi. Akşehir’e giden Nevşehirli Nasrettin Hoca’ya da adamın biri “Hoca saat kaç?” diye sorar. Hocanı cevabı her zamanki gibi şaşırtıcı: “Bilmem ben buranın yabancısıyım.” Kuantum fiziğinde de zaman ve mekan mutlak değildir. Nasrettin Hoca da bir bilgedir. Göle maya çalarken “Ya tutarsa” demesi de her olasılığın mümkün olduğu kuantum dünyasına bir gönderme gibidir. Tutabilir de… Tutmayabilir de… 
Kuantuma göre dünya nedir? Tasavvufa göre dünya nedir?
1600’lerde yaşamış Niyazi Mısri diye bir mürşit vardır. “Hakk ilmine bu alem bir nüsha imiş ancak, Ol nüshada bu adem bir nokta imiş ancak, Ol noktanın içinde gizli nice bin derya, Bu alem o deryadan bir katre imiş” der bir şiirinde. Anlamı: Allah ilminde kainat bir sayfadır. İnsan bu sayfanın içinde bir noktadır. Bu noktanın içinde bin tane deniz vardır. Bütün evren bin denizin içindeki tek bir damladadır.” Herşey birbirinin içindedir. Kuantum fiziğinde de bu böyledir. Bir atomun içine baksan tıpkı güneş sistemi gibi bir yapısının olduğunu görürsün. Önemli olan bu bütünselliği görebilmek ve bu bilgi ile davranabilmektir. 

Beyin Proteziyle Hafıza Kaybını Aşmak Artık Mümkün Olabilecek


Güney Kaliforniya Üniversitesi ve Wake Forest Baptist Tıp Merkezi’nden araştırmacılar, hafıza kaybıyaşayan kişiler için bir çeşit beyin protezi geliştirdi. Bir dizi ufak elektrottan oluşan protez, laboratuvar ortamında yapılan testlerde başarılı sonuçlar verdi ve şimdilerde insanlar üzerinde daha gelişmiş denemeler yapılıyor.
Aslında protez, her ikisi de Güney Kaliforniya Mühendislik Fakültesi’nden olan Ted Berger’in yıllar süren araştırmalarına ve Dong Song’un geliştirdiği yeni algoritmaya dayanıyor.
Beyin herhangi bir uyarıyı algıladığında, karmaşık bir elektrik sinyalinden oluşan bir hafıza meydana getiriyor ve bu sinyal beynin hafıza merkezi olan hippokampüsün birçok bölgesinde yolculuk ediyor. Bu sinyal her bir bölgede tekrar kodlanıyor ve en sonunda uzun süre muhafaza edileceği final bölgesine ulaşıyor.
beyin_protez1
Bu bölgelerin herhangi birinde kodlamadan sonra deşifreyi engelleyecek bir zarar oluşmuşsa, uzun süreli hafızanın oluşturulamama ihtimali ortaya çıkıyor. Hippokampüsü zarar gören herhangi bir hastanın (örneğin Alzheimer hastaları), bu zarar oluşmadan önce depolanmış şeyleri hatırlamasına rağmen yeni şeyleri akılda tutamamasının nedeni de tam olarak bu.
Song ve Berger ise geliştirdikleri protez sayesinde zarar görmüş hippokampüs bölgesinin “baypas yoluyla” geçilerek bir sonraki sağlam bölgede hafızanın oluşmasını sağlamayı hedefliyor. Sonuçları IEEE Tıp ve Biyoloji Mühendisliği 37’nci Uluslararası Konferansı’nda paylaşılan araştırmaya göre kendi rızasıyla beynine elektrotlardan oluşan protez yerleştirilen hastaların yüzde 90’ında hasarlı bölgenin baypas edilerekhafızanın oluşması sağlandı. Araştırmacılar böylelikle, hafıza kaybı yaşayan kişilerin bu sorunu aşması için bir araç üretilebileceğini de kanıtlamış oldu.
Kaynak:
Science Daily